10501 | yerini yapmak | bir şey elde etmek amacıyla girişimde bulunmak. |
10502 | yerle bir etmek | temeline kadar yok etmek, tahrip etmek. Örn: Ali bütün karargâhı yerle bir edecek bu korkunç alete bakmak istedi. -Ö. Seyfettin. |
10503 | yerle gök bir olsa | sonu ne olursa olsun anlamında kullanılan bir söz. |
10504 | yerle yeksan etmek | yerle bir etmek. |
10505 | yerlerde sürünmek | çok perişan, acınacak bir durumda bulunmak. |
10506 | yerlere geçmek | çok utanıp sıkılmak veya kahrolmak. Örn: O kahkaha nöbetlerinden birini tatmak üzere olduğunu hissediyor, yerlere geçiyordum. -R. N. Güntekin. |
10507 | yerlere kadar eğilmek | aşırı saygı göstermek. |
10508 | yerleri süpürmek | saç, etek, paça çok uzun olmak. |
10509 | yerli yerinde olmak | 1) eskiden olduğu yerde bulunmak. Örn: ... birçok yalılar ve köşklerse ... şimdi sazları ve sözleri susmuş olmakla beraber yine yerli yerindeydi. -A. Ş. Hisar. 2) uygun, yakışır olmak. |
10510 | yerli yerine oturmak | uygun düşmek. Örn: Her şey denk düşüyor, müthiş bir düzenle yerli yerine oturuyordu. -A. Kulin. |
10511 | yersiz yurtsuz kalmak | 1) barınacak bir yeri bulunmamak, oturacak yeri olmamak. Örn: Dünya üzerinde yersiz yurtsuz kalmış iki arkadaş. -R. H. Karay. 2) bütün varlığını yitirip çok zor durumda olmak. Örn: Vaktiyle bir mahalle halkını barındıran hanların, bir çarşı teşkil ed |
10512 | yeşil ışık yakmak | uygun olabileceğini, izin verilebileceğini belli etmek. Örn: Bu anıt, onun kişiliğinin getirdiği bir dokunulmazlıkla daha sonra nice heykellere yeşil ışık yakıyordu. -H. Taner. |
10513 | yeter de artar | fazlasıyla yeter anlamında kullanılan bir söz. Örn: Onun okudukları ona yeter de artar bile. -M. Ş. Esendal. |
10514 | yeter ki | ancak, şu şartla. Örn: Yeter ki biri ona iyice bakmış, oturup onunla konuşmuş olsun! -M. Ş. Esendal. |
10515 | yeteri kadar | yetecek ölçüde. |
10516 | yetkili kılmak | yetkisini kullanma imkânını vermek. Örn: Fakat kendileri gelmeden önce, bir küçük pürüzü gidermek konusunda da yetkili kıldılar. -N. Hikmet. |
10517 | yetmişine merdiven dayamak | ileri yaşlara ulaşmak. |
10518 | yetti artık (gayrı) | bir olaydan veya sözden aşırı derecede sıkıntı duyulduğunu anlatan bir söz. |
10519 | yığılıp kalmak | 1) birikmek 2) düşmek, yıkılmak. |
10520 | yıkım olmak | büyük zarara yol açmak. |
10521 | yıkkınlık göstermek | yıkılmaya yüz tutmak. Örn: Şimdi büsbütün yanan Aksaray'ın daha benim küçüklüğümde yıkkınlık gösteren konaklarını bilmem hatırlayanlarınız var mıdır? -F. R. Atay. |
10522 | yıl on iki ay | sürekli olarak, sürekli bir biçimde. |
10523 | yılan gibi | 1) hain, sevimsiz ve soğuk (kimse). Örn: Yılan gibisin, insanları sokmaktan zevk alırsın. -N. Hikmet. 2) kıvrım kıvrım. Örn: Geminin arkasına gittim, dümen suyunun bir yılan gibi uzayıp gittiğini gördüm. -Halikarnas Balıkçısı. |
10524 | yılan gibi sokmak | bir kimseye sinsice kötülük etmek. |
10525 | yılanın kuyruğuna basmak | kötü bir kimseye kötülük yapacak fırsat vermek. |
10526 | yıldırım çarpmışa dönmek | apansız kötü bir durum karşısında kalıp ne yapacağını bilememek. |
10527 | yıldırım gibi | büyük bir hızla. Örn: Taarruz bir yıldırım gibi inecekti. -F. R. Atay. |
10528 | yıldırımları üstüne çekmek | bazı davranışlarıyla birçok kimseyi kızdırarak saldırılarına, eleştirilerine yol açmak. |
10529 | yıldız akmak (kaymak, uçmak) | yıldız gökyüzünde hızla yer değiştirmek. |
10530 | yıldızı (yıldızları) barışmamak | görüş, duygu ve düşünce bakımından uyuşmamak. Örn: Adayı ve adalıları o kadar sevmeme rağmen bir türlü yıldızım barışmamıştır. -B. Felek. |