5011 | hakaret saymak | bir sözü veya davranışı hakaret olarak kabul etmek. |
5012 | hakikatsiz çıkmak | yakınlığı ve bağlılığı sürekli olmamak. Örn: Dost bildiğim insan hakikatsiz çıktı. |
5013 | hakir görmek | önemsememek, değer vermemek, küçümsemek, küçük görmek, hor görmek. |
5014 | hakkı geçmek | 1) birinin payından başkası almış olmak 2) birinde veya bir şeyde emeği olmak. Örn: Hemen hanım teyzemin elini öpmeye gideyim, dedim. Az hakkı mı geçmiştir bana? -H. R. Gürpınar. |
5015 | hakkı olmak | 1) payı, alacağı, hissesi olmak 2) sözünde, düşüncesinde, iddiasında haklı olmak. |
5016 | hakkı ödenmemek | birinin iyiliklerine, emeklerine karşılık olarak ne yapılsa az olmak. |
5017 | hakkı var | doğru düşünüyor, doğru söylüyor, doğru davranıyor anlamında kullanılan bir söz. Örn: Hakkınız var dağ, çöl ve deniz hasreti dinmez hasretlerdenmiş. -R. H. Karay. |
5018 | Hakkın rahmetine kavuşmak (Hakka kavuşmak, Hakka yürümek) | ölmek. Örn: Hüsmen Hakk'a kavuştu diye mırıldandı. -R. H. Karay. |
5019 | hakkından gelmek | 1) zor bir işi başarı ile sona erdirmek. Örn: Büyük kızı kocaya kaçtığı zaman küçükleri on iki dönüm tarlanın hakkından gelecek kadar yetişkindiler. -N. Cumalı. 2) yenmek, öç almak veya cezasını vermek. Örn: Anlaşılan Cemal Paşa'nın bu işe yarar bir |
5020 | hakkını aramak | hakkı olduğuna inandığı şeyi elde etmeye çalışmak. |
5021 | hakkını helal etmek | hakkını, emeğini bağışlamak. Örn: Bu bahtiyar hanımcağızı sordular, iyi biliriz, dedik, hakkımızı helal ettik. -M. Ş. Esendal. |
5022 | hakkını vermek | 1) gereğini bütün olarak yerine getirmek. Örn: Bu yemeğin hakkını vermişsin. 2) birinin çalışmasının karşılığını gereğince değerlendirmek. Örn: O öğretmen, öğrencilerin her zaman hakkını verir. |
5023 | haklı bulmak | davasını, iddiasını, düşüncesini, davranışını doğru bulmak, yerinde görmek. Örn: Müdür onu haklı buldu. |
5024 | haklı çıkmak | davasının, iddiasının, düşüncesinin veya davranışının doğru olduğu anlaşılmak. Örn: Bu tartışmada o haklı çıktı. |
5025 | haksız bulmak | bir iddiayı, düşünceyi, davranışı doğru ve yerinde bulmamak. |
5026 | haksızlığa uğramak | adalete aykırı bir duruma düşmek, haksızlıkla karşılaşmak. Örn: Gücenik, haksızlığa uğramaktan bezmiş gibi susuyor. -İ. Aral. |
5027 | hâl hatır (hâlini hatırını) sormak | bir kimseye nasılsınız, ne durumdasınız anlamında nezaket sorusu yöneltmek. Örn: Karşılıklı oturdular, hâl ve hatır sordular, sonra sustular. -R. H. Karay. Rapor almışsa, çiçekler, kolonyalar getirir, hâlimizi hatırımızı sorar, moral verir. -M. İzg |
5028 | hâlâ o masal | hep aynı söz, aynı düşünce, davranış veya sorun anlamında kullanılan bir söz. |
5029 | halay çekmek (tepmek) | halay oyunu oynamak. Örn: Erkekler dışarıda halay çekip tabanca atarken kadınlar Zekiye'yi getirip ortaya oturttular. -L. Tekin. |
5030 | hâlden anlamak (bilmek) | bir kimsenin içinde bulunduğu güç durumu anlayarak sezip anlayış göstermek. Örn: Kız hâlden anlamış olacak ki iki kere daha ikramda bulundu. -R. Erduran. |
5031 | hâle yola koymak | iyi bir düzen vermek, tertiplemek. Örn: Ben avukatımla Baba meselesini bir hâle yola sokmaya uğraşırken Hacı Ömer ile Müftü arasında epeyce şiddetli bir kavga çıktı. -R. N. Güntekin. |
5032 | halebi orada ise arşın burada | bir iddia veya söz abartılı bulunduğunda kanıtını istemek için kullanılan bir söz. |
5033 | halef selef olmak | biri ötekinin makamını almak, yerine geçmek. |
5034 | halel gelmek | bozulmak, zarara uğramak. Örn: İsterdim ki saçlarının rengine, dişlerinin parıltısına ve gözlerinin güzelliğine halel gelmemiş olsun. -Y. K. Karaosmanoğlu. |
5035 | halel getirmek | zarar vermek. Örn: Son nefesine kadar devlet adamı saygınlığına halel getirmeyen böyle bir metanet örneği olmuştu. -H. Taner. |
5036 | halel vermek | bozmak, sarsmak. Örn: Yeni mahalleler ayrı yerlerde şehrin tarihî kıymetine halel vermemek üzere inşa olunmaktadır. -F. R. Atay. |
5037 | haleldar etmek | bozmak, sarsmak. Örn: Haysiyetli bir şahsiyetin şeref hakkı haleldar edilemez. -M. C. Anday. |
5038 | halı altına süpürmek | çözümlenemeyen sorunların görüşülmesini ertelemek, gözden uzak etmek. |
5039 | hâli (hâlleri) duman olmak | argo kötü duruma düşmek. Örn: Anası da artık eskisi gibi çamaşıra falan gidemediğinden hâlleri dumandı. -H. Taner. |
5040 | hâli harap olmak | bitkin, perişan olmak, kötü duruma düşmek. Örn: Sınıfı geçmezse hâli haraptır. |