271 | (bir şeyin) dümenini elinde tutmak | yönetmek, istediği yöne doğru götürmek. Örn: Başımıza gelenler, son elli yılda ekonominin dümenini elinde tutan sıfırlardan kaynaklanıyor. -A. Boysan. |
272 | (bir şeyin) esprisi kalmamak | ilgi çekici olmaktan çıkmak. |
273 | (bir şeyin) eti kemiği | esası, ana özelliği, asıl ağırlığı. Örn: Bu iki ana renk pazar yerinin etini kemiğini teşkil ediyor. -B. R. Eyuboğlu. |
274 | (bir şeyin) girdabına kapılmak | etkisinde kalmak, o şeyin çekiciliğinden kurtulamamak. |
275 | (bir şeyin) gözü kör olsun | tkz. 1) bazı zorunlu durumlarda zararı istemeyerek kabullenmeyi anlatan bir söz 2) gereksinim duyulan şeyin yokluğunda söylenen bir söz. Örn: Paranın gözü kör olsun. |
276 | (bir şeyin) gözünü çıkarmak | 1) beceriksizce davranmak, zarara uğratmak 2) tkz. iyisi dururken en kötüsünü seçmek. |
277 | (bir şeyin) hastası olmak | bir şeye çok düşkün olmak. |
278 | (bir şeyin) içine etmek (sıçmak) | kaba bozup berbat etmek, içine etmek. |
279 | (bir şeyin) ilminden anlamak | herhangi bir şeyin uzmanı olmak. Örn: Onun ilminden anlayan şoför seni istediği yere götürür. -Y. K. Karaosmanoğlu. |
280 | (bir şeyin) kanını emmek | insafsızca sömürmek. Örn: Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa hâlinde katı toprak üzerine attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. -Y. K. Karaosmanoğlu. |
281 | (bir şeyin) kaymağını almak (yemek) | bir şeyin en büyük payını, kârını ele geçirmek. |
282 | (bir şeyin) kefaretini ödemek | cezasını çekmek. Örn: O, kendisine düşen zulüm payının kefaretini ödedi. -N. F. Kısakürek. |
283 | (bir şeyin) keyfini çıkarmak | bir şeyden iyice tat almak. Örn: Pazarın keyfini çıkarmak için saat ona doğru villanın ucu deniz kıyısına varan bahçesine çıktı. -S. Kocagöz. |
284 | (bir şeyin) künhüne varmak | bir şeyin özünü, aslını anlamak. |
285 | (bir şeyin) makarasını çözmek | ayrıntılarıyla sayıp dökmek. Örn: Yukarı katta ihtiyar imamla yatalak hasta karısının aşağıdan tamamıyla işitilen kavgalarına dair hikâyelerinin makarasını çözerdi. -H. Z. Uşaklıgil. |
286 | (bir şeyin) muhasebesini yapmak | bir şeyin olumlu veya olumsuz yönlerini gözden geçirerek bir yargıya varmak. |
287 | (bir şeyin) orucunda olmak | 1) herhangi bir şeyi yemez içmez olmak 2) bir şeyi yapmaz olmak. Örn: Ayıplama kardeş, üç gündür lakırtı orucundayım. -H. R. Gürpınar. |
288 | (bir şeyin) önünü almak | önlemek. Örn: En ucuz şekilde bu fesadın önünü almak için ne yapmak lazımsa söyleyiniz. -N. F. Kısakürek. |
289 | (bir şeyin) örneğini almak | biçimini çizmek. |
290 | (bir şeyin) örneğini çıkarmak | benzerini yapmak veya çizmek. |
291 | (bir şeyin) pençesine düşmek | yakalanmak. Örn: Karaborsa davalarında ise bunların nüfuzları sıfırdan aşağıdır çünkü bu hususta birçoğu Millî Korunma'nın pençesine düşmeye namzettir. -H. E. Adıvar. |
292 | (bir şeyin) rezili çıkmak | çok eskimek, bozulmak, parçalanmak. Örn: Şu gömleğe bak, rezili çıkmış! -Ç. Altan. |
293 | (bir şeyin) sınırlarını (sınırını) zorlamak | 1) en son noktaya kadar çaba göstermek 2) bütün gücünü en son noktaya kadar kullanmak. Örn: Hayatı boyunca akıl sınırlarını zorlayan bir korkusuzluğa sahip olacaktı. -A. Kulin. |
294 | (bir şeyin) telaşına dalmak | herhangi bir şeyle ilgili olarak heyecanla, aceleyle, sıkıntıyla davranmak. Örn: Karısı akşam telaşına dalmış, çardağın etrafında dolanıp duruyordu. -N. Cumalı. |
295 | (bir şeyin) üstüne bir bardak (soğuk) su içmek | alay o işten umudunu kesmek, o işin olacağına inanmamak, o işten vazgeçmek. |
296 | (bir şeyin) üstüne gelmek | bir şey yapılırken veya konuşulurken çıkagelmek. |
297 | (bir şeyin) üstüne kapanmak | belli bir işi aralıksız bir biçimde yapmak. Örn: Nevin tercüme etmeye hazırlandığı romanın üstüne kapandı. -S. F. Abasıyanık. |
298 | (bir şeyin) üstüne yatmak | hakkı yokken bir şeyi kendine mal etmek, bir şeyi alıp vermemek. Örn: Bunlar eşeğin büsbütün üstüne mi yatmak istiyorlar? -M. Ş. Esendal. |
299 | (bir şeyin) üzerine bir bardak (soğuk) su içmek | alay üstüne bir bardak su içmek. |
300 | (bir şeyin) üzerine üzerine gitmek | üstüne üstüne gitmek. |