3811 | el işi göz nuru | el emeği göz nuru. |
3812 | el iyisi olmak | yakın çevresine değil, yabancılara yardımcı olmayı sevmek. |
3813 | el kadar | çok küçük, küçücük. Örn: Üvey annesi kalp yerine taş taşıdığından eziyet üstüne eziyet ederdi el kadar yetime. -E. Şafak. |
3814 | el kaldırmak | 1) oy verdiğini veya söz istediğini elini kaldırarak belirtmek 2) birine, bir şeye vurmaya kalkışmak. Örn: İtlerden birine el kaldırmanın cezası ölüm idi. -M. İzgü. |
3815 | el kapısına düşmek | yabancıya muhtaç olmak. Örn: Başından nasıl bir sergüzeşt geçmişti de böyle el kapılarına düşmüştü? -R. H. Karay. |
3816 | el katmak | 1) bir işe karışmak, müdahale etmek 2) bir işin yapılmasına yardım etmek. |
3817 | el kazanıyla aş kaynatmak | başkasının hazırladığı imkânları kendi hesabına kullanarak iş çevirmek. |
3818 | el ovuşturmak | 1) birinin karşısında ezilip büzülmek 2) birinin kötü duruma düşmesine içten içe sevinmek. |
3819 | el pençe | el pençe divan. |
3820 | el pençe divan | 1) saygı gösterilen kimse karşısında el kavuşturmuş bir biçimde. Örn: Doğruldu, el pençe divan durdu, başını önüne eğdi. -P. Safa. 2) aşırı saygı göstererek. Örn: Dayımı el pençe divan karşılar, ne yiyip ne içeceğini sormazdı, çünkü bilirdi. -A. Boy |
3821 | el sıkışmak | pazarlıkta anlaşmak. |
3822 | el sıkmak | selamlaşmak için birinin elini tutmak. |
3823 | el sürmemek | 1) dokunmamak, değmemek 2) bir işi yapmamak, ilgilenmemek. Örn: Canım dalga geçmek, akşama kadar bir şeye el sürmemek istiyordu. -Ö. Seyfettin. |
3824 | el tazelemek | bir işte yorulan kimse yerine başka birini getirmek. |
3825 | el tutmak | bir iş uzun süre uğraştırmak, vakit kaybettirmek. |
3826 | el uzatmak | 1) birinden bir hakkı almaya kalkışmak. Örn: Ne var ki niye bizim lokmamıza el uzatırlar? -A. İlhan. 2) yardım etmek. Örn: Sözü geçecek, en umulmadık bir zamanda kendine el uzatabilecek bir adam olmadığı nereden belli? -R. N. Güntekin. |
3827 | el vermek | 1) yardım etmek 2) esk. tarikatlarda mürşit, bir müride, başkalarına yol gösterme izni vermek 3) halk hekimliği ile uğraşan kimse bilgilerini bir başkasına öğretmek 4) kâğıt oyunlarında elde olan veya olmayan sebeplerle oyun üstünlüğünü karşı tarafa bırak |
3828 | el vurmamak | bir işi yapmaya yanaşmamak ve başlamamak. |
3829 | el(I) el koymak | 1) bir yolsuzluğu ortaya çıkarmak, incelemek, vaziyet etmek 2) üstüne konmak. Örn: Herkesin olan bir olanağa el koyup onu kendi çıkarına kullananı neden seveyim? -A. Ağaoğlu. 3) zorla almak. Örn: Bizi işimizde gücümüzde serbest bırakmak şöyle dursun, |
3830 | elaman çekmek | bezginlik gösterip yakınmak. |
3831 | elaman demek | çok bezmek. |
3832 | elde (elinde) olmamak | iradesi dışında gerçekleşmek. Örn: Elinde olmadan başını kaldırdı ve göz göze gelince de konuşmak zorunda kaldı. -T. Buğra. |
3833 | elde avuçta (bir şey) kalmamak | mal ve parasını harcayıp bitirmiş olmak. |
3834 | elde avuçta (ne varsa) | sahip olunan mal, para vb., her şey. Örn: Ailesi de elde avuçta ne var ne yok satarak İstanbul'a göçmek zorunda kalmıştı. -H. Topuz. |
3835 | elde etmek | 1) bir şeye sahip olmak. Örn: O parlak siyah gözler, onları bir daha elde edemeyecek miydi? -H. Z. Uşaklıgil. 2) bir kimseyi kendi hizmetine almak veya kendinden yana çekmek. |
3836 | elde kalmak | geride kalmak. Örn: Çöküyor dört tarafa uğursuz bir karanlık / Elde kalan, çökmeyen bir şey var. Örn: Kahramanlık -F. N. Çamlıbel. |
3837 | elde tutmak | sahibi olsun olmasın, bir malı mülkiyeti altında bulundurmak, zilyet olmak. |
3838 | elden ağza yaşamak | günlük kazancı ancak gereksinimlerini karşılayacak kadar olmak. |
3839 | elden almak | 1) bir malı pazara çıkarılmadan sahibinden doğrudan satın almak 2) herhangi bir şeyi biriyle yüz yüze görüşerek almak. |
3840 | elden ayaktan düşmek (kesilmek) | yaşlılık sebebiyle veya sağlığı büsbütün bozularak çalışamaz duruma gelmek. Örn: Ve gün battığı zaman artık Gülbahar'ın hâli kalmamış, elden ayaktan kesilmişti. -Y. Kemal. |