1441 | alet olmak | bilerek veya bilmeyerek kötü bir işe aracılık etmek, vasıta olmak. Örn: Mustafa Kemal'de tek olmayan şey, 'alet olmak' zaafı idi. -F. R. Atay. |
1442 | alev almak | 1) tutuşmak, yanmaya başlamak. Örn: Sobada çıralar hemen alev almış, odunları da tutuşturmuştu. -T. Buğra. 2) mec. coşmak, heyecanlanmak, heyecana gelmek 3) mec. öfkelenmek, kızmak 4) mec. telaşlanmak. |
1443 | alev bacayı (saçağı) sarmak | ateş bacayı sarmak. |
1444 | alev gibi parlamak | canlı, ışıl ışıl olmak. Örn: Gözleri siyah bir alev gibi parlıyordu. -Ö. Seyfettin. |
1445 | aleyhe dönmek | karşı durum almak, karşı duruma geçmek. |
1446 | aleyhinde (aleyhine) söylemek (bulunmak) | çekiştirmek, yermek. |
1447 | alı al, moru mor | telaş veya yorgunluktan yüzü kıpkırmızı kesilmiş (olarak). Örn: Çıplak, kuvvetli topuklarının altında şıpıdıklarının ökçelerini ezerek alı al, moru mor bir telaşla geliyordu. -H. R. Gürpınar. |
1448 | alı alına, moru moruna | sağlıklı, kanlı canlı. Örn: Şahsına bakarsan iri yarı, alı alına, moru moruna, dinç, ablak bir insan... -R. N. Güntekin. |
1449 | alıcı çıkmak | 1) müşteri olmak 2) istemek, talip olmak. Örn: İzmir'den gelmiş birtakım hanımlar onu kız sanıp alıcı çıktılar. -M. Ş. Esendal. |
1450 | alıcı gözüyle bakmak | inceden inceye gözden geçirmek. Örn: Şimdiye kadar pek alıcı gözüyle bakmamıştı. -S. F. Abasıyanık. |
1451 | alın damarı çatlamış | ar damarı çatlamış. |
1452 | alın teri dökmek | çok emek vermek, zahmetli bir iş görmek. Örn: Doğrusu çok alın teri döktük amma değerdi / Neşe veren kasvetimiz yorgunluğu giderdi -E. B. Koryürek. |
1453 | alıp başını gitmek | başını alıp gitmek. |
1454 | alıp satmaz görünmek | ilgisiz görünmek veya davranmak. |
1455 | alıp sattığı olmamak | hiç ilgisi bulunmamak. Örn: Lisan kursunu filan alıp sattığı yokmuş. -H. Taner. |
1456 | alıp vereceği olmamak | bir kimseyle hiçbir ilgisi olmamak. Örn: Onun benimle ne alıp vereceği olabilir? |
1457 | alıp vermek | 1) kalp çarpıntısı geçirmek 2) herhangi bir konu üzerinde yoğun olarak düşünmek. |
1458 | alıp yürümek | az zamanda çok ilerlemek, yayılmak, çoğalmak, artmak. Örn: Bu kasıt tertibi, aramızı bozabilecek bir cinayet davasının alıp yürümesine, dallanıp budaklanmasına yol açtı. -Y. K. Karaosmanoğlu. |
1459 | alışkanlıktan (alışkanlığından) kopamamak | belli bir huydan vazgeçememek, alışıklığı bırakamamak. Örn: Bir zorunluluk olmadan alışkanlıklarımızdan kolay kolay kopamıyoruz. -H. Taner. |
1460 | alışverişe çıkmak | alım satım işi için çarşıya gitmek. |
1461 | alışverişi kesmek | biriyle ilgisi kalmamak. |
1462 | Ali kıran baş kesen | zorba. |
1463 | Alinin külahını Veliye, Velinin külahını Aliye giydirmek | birinden aldığını öbürüne, bir başkasından aldığını da ona vererek işini yürütmek. |
1464 | alkış almak | çok beğenilmek. |
1465 | alkış kopmak | birdenbire güçlü bir biçimde el çırpılmak. |
1466 | alkış toplamak | çok alkışlanmak. |
1467 | alkış tufanı kopmak | sürekli ve coşkun alkış başlamak. Örn: Daha ilk nağmelerde meyhaneyi sarsan bir alkış tufanı koptu. -S. F. Abasıyanık. |
1468 | alkış tutmak | 1) topluca el çırparak yüksek sesle yaşa, var ol vb. sözler söyleyerek birini alkışlamak 2) taraftar olmak, belli bir görüşten yana olmak. Örn: Batıla alkış tutanların karşısına geçip hata eylediğimi yeni yeni öğrenmiş bulunuyorum. -S. Ayverdi. |
1469 | alkol duvarını aşmak | çok sarhoş olmak. |
1470 | Allah (Allahı) var | doğrusunu söylemek gerekirse anlamında kullanılan bir söz. Örn: Allah var, böyle bir işi o yapmaz. |